Bugün doğum yıl dönümünü kutlamakta olduğumuz çocuk insanlar için iki temele dayalı bir din getirdi. İman temeli ve amel temeli… O zamana kadar insanlar, Allah’a, Mesih’e sadece iman etmenin, Mesih’e inandığının dilde söylenmesi, Mesih’in anıtının önünde saygıda bulunulması, eğilmesi, tazim ve tevazu veya elin söz konusu heykele çekilmesi insanın kurtuluşu için yeterli mi; İşte bugün dünyaya gelen bu çocuk gelerek hayır yeterli değil dedi. İlan etti ki: Ne ben! Ne de Mesih (İsa) ve ne de Musa!, Ne İbrahim ve ne Nuh! Bizlerin hiç birimiz, Allah Taala cc.ın razı olmadığı günahkar bir kulun sırtındaki yükten en ufak bile azaltamayız veya kaldıramayız. Bu bakımdan Muhammed (sav)e takarrub ve ona yönelmek veya Mesih’e yönelmek, bugün dünyaya gelmesini kutladığımız bu mübarek Mevlud’un dini açısından anlamsız ve geçersiz bir meseledir.
Eğer Muhammed’in karşısında secdeye kapılacak olursak bu şirktir ve günah…
Rahman ve rahim Allah (cc)ın adıyla
Bugün büyük bir insanın mübarek veladetini kutlamak için burada toplanmış bulunuyoruz. Bu kutlu doğumu sizlere ve tüm İslam alemine kutlarım. Bu kutlu veladet, yüce İslam peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sav.in veladetidir. Temennim bu kutlu doğumun bugün de tüm İslam aleminin ve bizlerin onun birer izleyicileri, ümmetinin mensupları olarak birleşmemize, vahdet içinde olmamıza sebebiyet vermesini temenni ederim.
Bugünkü konuşmamda daha ziyade bu kutlu veladet üzerinde durmak istiyorum. Ancak bu yüce şahsiyet hakkında o kadar söylenecek söz var ki ne biz onun uhdesinden gelebiliriz ve ne de bu sınırlı zamanımız ona elverişlidir. Bunun için de ben konuşmamda bu mübarek insanın hayatının sadece küçük bir bölümüne değinmek istiyorum. Değinmek istediğim bu kesit ise Allah Resulünün veladeti ve çocukluk döneminden bir bölümü kaplamaktadır.
Allah Resulü (sav)in mübarek hayatının 40 yıllık bölümü peygamberliğe meb’us olmadan önceye aittir. Bu 40 yıllık süre içinde Allah Resulü için muhtelif kesitler söz konusudur ve bu kesitlerin her biri çok geniş ve detaylı bir tarihtir. Peygamber efendimiz sav.in veladeti hakkında söz konusu edilmesi gereken ilk konu Allah resulü’nün ne zaman dünyaya geldiği meselesidir. Beni Haşim soyundan Abdul Muttalib’in evlatlarından Abdullah adında Kureyş’li bir genç yine Kureyş’li Veheb’in kızı Amine ile evlendiler. Bu evliliğin semeresi olarak Amine ilk evladına hamile kaldı. Bu doğumdan kısa bir süre önce veya doğum sonrası kısa bir süre sonra Amine’nin eşi Abdullah bugünkü Medine olan Yesrüb kentinde vefat etti. Hz. Muhammed’in, babasının ölümünden kısa bir süre sonra dünyaya geldiği veya onun dünyaya gelmesinden kısa bir süre sonra babasını kaybetmesi konusunda müslüman tarihçiler arasında ihtilaf söz konusudur. Tarihçilerden bir çoğu Hz. Muhammed’in dünyaya gelmesinden birkaç gün sonra, veya 40 gün veya iki ay sonra babası Abdullah’ı kaybettiğini yazmaktalar. Bu görüşe Hz. Muhammed dünyaya gözlerini açtığında babası hayattaydı. Ancak tarihçilerden diğer bazıları ise Abdullah’ın babası Abdul Muttalib ile birlikte Yesrüb’e yaptığı ticari bir yolculuk sırasında hastalanarak Yesrüb’de hayata gözlerini yumduğunu ve bu sırada Amine’nin hamile olduğunu ve evladı Muhammed’i henüz dünyaya getirmediğini yazmaktalar. Her haliyle bu iki rivayet uyarınca da Hz. Muhammed’in veladetinden kısa bir süre önce veya veladetinden kısa bir sür sonra babasını kaybederek yetim kaldığı meselesidir.
Abdullah’ın vefatı sonrası Muhammed (sav)e annesi Amine bakmıştır. Amine bir bakıcı kadınla birlikte Hz. Muhammed’in bakımını üstlenmiştir.
Yüce İslam Peygamberi (sav)le ilgili bir diğer husus ise o hazretin doğum tarihi meselesidir. İslam tarihçiler hemen hemen o hazretin doğum tarihinin Fil yılında yani Ammul Fil’de olduğu konusunda görüş birliğine sahipler. Ancak tarihçilerden az bir bölümü de o hazretin doğum tarihini Ammul Fil sonrası belirtiyorlar. Ama bununla birlikte asıl görüş Fil hadisesinin vuku bulduğu yıl üzerinde odaklanmıştır. İslam peygamberinin dünyaya geldiği ay ve gün konusunda da tarih alimleri arasında anlaşmazlıklar söz konusudur. Bununla birlikte İslam tarihçilerinin büyük bölümü o hazretin Rebiul Evvel ayında dünyaya geldiğini belirtirken o hazretin Rebiul Evvel ayında dünyaya gelmediğini söyleyenlerin sayısı ise oldukça azda kalmıştır. Bu yoğun rivayetler üzerine Allah Resulü’nün Fil hadisesi yılında Rebiul Evvel ayında dünya geldiğini söylemek gerekir. Ama Rebiul Evvelin hangi gününde dünyaya geldiği konusun da ihtilaf meselesi olmuştur. Tarihçilerden bazıları Rebiul evvel ayının 12 si olarak kabul etmekteler. Bu görüşü savunanlar genellikle Ehli sünnet ulemasının önemli bir bölümüyle Şii alimlerinden Kuleyni Kafi ve Şeyh Saduk Ekmeleddin kitabında 12 Rebiul Evvel olarak zikretmişlerdir. Bu grub arasında başka tarihleri zikredenler de çıkmış, bazıları 3 Rebiul Evvel veya 8 Rebiul evvel ve hatta 10 rebiul evveli zikredenlerde olmuştur. Ancak şii tarihçiler ve muhaddisler arasında bir çoğu Allah resulünün veladetini 17 rebiul evvel olarak zikretmişlerdir. Hicri-i kameri 6. asırda İslam’ın büyük muhaddis, tarihçi ve müfessirlerinden İbni Şehri Aşub, “Menakıb” isimli kitabında Allah resulü (sav)in veladetini 17 Rebiul Evvel olarak açıklamıştır. Yine allame meclisi’nin Bihar’ul envar isimli kitabında Resulullah sav.in veladetini 17 Rebiul evvel olarak kabul eden büyük şii alimlerin listesini açıklamıştır. Nitekim ehli Sünnet Müslümanları kardeşlerimiz içerisinde 12 Rebiul Evvel daha güçlü iken ve bu günü kutlu doğum günü olarak kutlarlarken başta İran olmak üzere Şii Müslümanlar içerisinde en güçlü inanç bu kutlu doğumun 17 Rebiul Evvel tarihinde vuku bulduğudur. Bunun için de Şii alemin bu tarihi bir bayram olarak kutlamaktadır. Ancak şahsen benim kendi görüşüm şudur ki ben diyorum keşke Şia’sıyla, Sünni’siyle tüm Müslümanlar veladet veya vefat konusunda tek bir görüş üzerinde anlaşabilse ve aynı günü veladet günü olarak kutlasa veya aynı günü vefat yıl dönümü olarak matem tutsalar ne kadar iyi olurdu. Bu aynı zamanda İslam aleminin vahdet ve birliğinin pekişmesine yol açardı. Ancak istesek de istemesek de tarihte ihtilaf söz konusu olmuş ve artık bu farklı rivayetlerin birleştirilmesi ve tek bir görüş üzerinde birleşilmesi oldukça zordur. Nitekim gerek Şii aleminin büyük alimleri ve liderleri ve gerekse Sünni alemin büyük alimleri ve önde gelenleri tarihteki bu gibi ayrışım ve farklılıkların Müslümanlar içerisinde ihtilaf teşkil edemeyeceğini, bunun için de 17’sinde veya 12.’sinde olması önemli değil önemli olan Müslümanların bu günlerin her hangi birinde bu kutlu olayın kutlanmasıdır. (İslam aleminin birlikteliği ve yakınlaşması dikkate alınarak 12 ila 17 Rebiul evvel kutlu doğum haftası ve aynı zamanda vahdet haftası olarak ilan edilmiştir) Bu ortak kutlama işte bundan 13 veya 14 yıl önce (Şehid Behiştinin konuşmayı yaptığı yıl dikkate alınarak bakılması gerekir) İslam ülkelerinin birinde İslam Mezhepleri arasında takrib meslesinin resmen başlamasına yol açtı ve hemen hemen tüm İslam alemi bu takrib mevzuunu himaye ettiler. Özellikle Ehli Sünnet’in büyük alimlerinden Şeyh Mahmud Şeltut ( Allah taala ona rahmet etsin) ve yine Şia alemi büyük din alimi rahmetli Ayetullah Brucerdi bu fikri olumlu karşılayarak ona büyük destek vermiş ve İslam alemi içerisinde vahdetin pekişmesi doğrultusunda adım atmışlardır.
Günün birinde arkadaşlar kutlu doğum yıl dönümünün 12 veya 17 Rebiul evvel tarihinin hangisinde kutlamamız gerektiği tartışmasını yaptıklarında ben onlara demiştim ki bu önemli değil önemli olan bu kutlu doğumun anılması ve törenlerle kutlanmasıdır. Gerekirse her iki günde de bu kutlamanın yapılması düşüncesini yaymamız ve insanların o Resulullah7a olan ilgi ve dikkatlerinin somutlaşmasını sağlamamızdır.
Bundan bir süre önce Şii kardeşlerden biri benden sordu ki namaz kılarken Sünni Müslümanlar ile cemaat namazına katılıyor. Şia fıkhında namazın halı, elbise, pamuk, yün ürünleri, meyve kabukları üzerine secde etmemiz doğru değil ve namazı batıl eder. Bu kardeşimiz kıldığı namazın sahih olup olmadığını benden soruyordu. Fıkıh uyarınca Şii Müslümanlar namaz halindeyken toprağa, ağaca, hasıra alınlarını koyarak secde etmeli. Fakat öteki mezheplerde böyle bir durum söz konusu değildir. Hamburg’ta yaşayan şii kardeşlerden bazıları Sünni Müslümanlarla birlikte cemaat namazı kıldıklarında kendilerinin de secdenin sahih olduğu şeylere değil de onlar gibi halının üzerine secde etmek istiyoruz ve bu durumda ne yapmalıyız diye soruyorlar. Benim bu beylere cevabım şu olmuştur: acaba alnınızı secde sahih olan şeylerin üzerine değil de diğer şeylerin üzerine koyduğunuzda aramızdaki furu meselelerde var olan tüm anlaşmazlık ve ihtilafların giderileceğine inanıyor musunuz? Asla! Onlara hatta bir örnek zikrettim ve dedim ki Ehli Sünnet mezhepleri mensupları arasında da benzer fıkhi anlaşmazlıklar mevcuttur örneğin bunlarda ikisi namaz kılındığında ellerin şu şekilde bağlanması gerektiğini belirtiyorlar. Ancak diğer iki mezhep ise Şia gibi ellerin namaz halinde bağlanmasının farz olmadığını ve hatta haram olduğunu ve bağlanmaması gerektiğini belirtiyor. Bu durumda şimdi acaba cemaat namazında hem eli bağlayıp hem açmak mümkün olur mu? Elbette ki bunun imkânı yoktur. Bu Şii kardeşlerden soruyorum ki Sünni kardeşlerle birlikte cemaat namazına durduğunuzda acaba ellerinizi ne yapıyorsunuz el bağlıyor musunuz? Bazılarının ellerini Sünni Müslümanlar gibi bağladıklarını ama diğer bazılarının ise ellerini açtıklarını söylediler. Elleri açık halde onlarla birlikte namaz kıldıklarında bu durum onları İslam’dan, Müslüman olmaktan, namaz ehli olmaktan ve kardeşlerinle birleşmekten men edip edemediğini onlardan sordum. Mani olmadığını söylediler. İyi işte dedim, bu durumu aynen secde de yerine getirebilirsiniz ve aynı safta kendi fıkhınızın şartlarını yerine getirerek cemaat namazına iştirak edebilirsiniz. Bunun tali ve fer’i bir mesele olduğunu ve fer’i meselenin bizleri usul ve esas meselelerden uzaklaştırmaması gerektiğini söyledim. Nitekim tüm Müslümanlara tavsiyem bu temel ilkelere uymamızdır. Yani dinin esaslarında bir safta olduğumuzu göz önünde bulundurmalı, aynı Allah’a, aynı kitaba, onun Resulüne inandığımızı her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Fıkhi ihtilaflarımızı ve hatta hilafet konusundaki ayrışmamızı ön plana çıkarmamız gerekir. Bu şer’an haramdır ve bu ihtilafları ön plana çıkararak Müslümanlar arasındaki İslami vahdeti yok etmemek gerekir. Hatta Hz. İmam Ali as. Nehc’ul Belaga kitabında hilafet ve velayet meselesinin Müslümanların birlik ve sosyal dayanışmasını zedelememesi gerektiği konusunda geniş açıklaması mevcuttur. Şunu demek isterim ki bugün 17 Rebiul evvel yüce peygamber efendimiz sav.in mübarek veladet yıl dönümüdür ve bu kutlamalarımız biz Müslümanlar arasındaki birlik ve dayanışmayı pekiştireceğine gölge düşürmemesi gerekir.